Koçyiğit: Meclis'teki komisyon sürecin hukuksal teminatını sağlamalıdır

DEM PARTİ Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit TBMM’de açıklama yaptı. Kılıç Koçyiğit, şunları söyledi:
Evet, yine ülkenin gündemi ne yazık ki felaketler ve bizler de bu felaketleri acıyla, yüreğimiz yana yana konuşuyoruz. Pazar günü Balıkesir'in Sındırgı ilçesinde 6.1 büyüklüğünde bir deprem yaşandı ve bu depremde de bir yurttaşımız yaşamını yitirdi. Ben yaşamını yitiren yurttaşımıza Allah'tan rahmet, yakınlarına başsağlığı ve sabır dileklerimizi partimiz adına iletmek istiyorum. Yine Balıkesir Belediye Başkanı Ahmet Akın'ın yaptığı bir açıklamaya göre, aslında köylerde yıkım olduğunu görüyoruz. Şimdi 6.1 büyüklüğündeki bir deprem normalde yıkıcı gücü olmayan bir deprem. Başka ülkelerde depremler olduğunda, örneğin Rusya'da 8.8 büyüklüğünde deprem oluyor, yıkım olmuyor. Japonya'da çok büyük şiddette depremler oluyor ama binaların yıkılmadığını, insanların yaşamını yitirmediğini görüyoruz. Ama Türkiye'de, hiçbir şekilde bir binayı yıkmaması ve can kaybına yol açmaması gereken 6.1 büyüklüğündeki bir depremde bile ne yazık ki binalar yıkılıyor, insanlar yaşamını yitiriyor. Bu ne demek? Bu yaşananların anlamını hepimiz çok iyi biliyoruz.
Deprem vergilerimiz nereye gidiyor?
Her deprem olduğunda şu soruyu hepimiz soruyoruz: Peki, deprem vergilerimiz nereye gidiyor? Yıllardır binaları güçlendirmek, kentleri depreme dayanıklı hale getirmek için alınan deprem vergileri nereye gidiyor? Bu soruyu Balıkesir’deki depremden sonra da sormamız gerekiyor. Normalde bu deprem vergilerinin binaları güçlendirilmesi ve şehirlerin depreme dayanıklı hale getirilmesi için kullanılması gerekiyordu. Ama ne yazık ki içinde yaşadığımız binalar her depremde tabutumuza dönüyor ve kimse de bunun hesabını dönüp verme ihtiyacı görmüyor. Albert Camus'un bir sözü var: “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakınız”. Evet, bakalım Türkiye'de insanlar nasıl ölüyor? Yangın çıkıyor, yangında yaşamını yitiriyor. Sel oluyor, selde ölüyor. Deprem oluyor, enkaz altında günlerce belki de feryat ede ede yaşamını yitiriyor. Ya da cezaevlerinde hasta mahpus oluyor ve cezaevi kapılarından tabutu çıkıyor. Yani sudan ucuz ölümler. Hiçbir şekilde ölünmemesi gereken durumlarda ülkemizdeki insanlar ölüyor. Peki, nasıl yaşıyoruz? Tesadüfen yaşıyoruz aslında. Her birimizin bu ülkede tesadüfen yaşadığını çok iyi biliyoruz ve buna karşı da hiç kimse, hiçbir yetkili sorumluluk almıyor. Bizim hayretle izlediğimiz ve şaşırdığımız en önemli şeylerden birisi. Bakın, Türkiye deprem kuşağında olan bir ülke. Neredeyse ülkenin dört bir yanından fay hattı geçiyor. Öyle eskimiş fay hatları da değil gayet genç fay hatları var. Neredeyse 3 yıl, 5 yıl arayla da sürekli depremler kendisini bize hatırlatıyor. Ama halihazırda hiçbir tedbir yok. 2003'ten beri olan depremleri size tarihsel olarak hatırlatmak istiyorum: 1 Mayıs 2003 Bingöl, 8 Mart 2010 Elazığ, 23 Ekim 2011 Van, 24 Ocak 2020 Elazığ, 30 Ekim 2020 İzmir ve son olarak da 6 Şubat 2023 Elbistan ve Pazarcık depremleri çok büyük depremlerdi. Özellikle de Pazarcık-Elbistan depreminde resmi rakamlara göre 50.000 ama gayriresmi rakamlara göre, gerçeğe göre çok daha fazla insanımızı yitirdik.
Hangi depremde ne zaman öleceğimizin kaygısıyla hayatlarımızı devam ettirmeye çalışıyoruz
Peki, bütün bunların içerisinde gerçekten devlet, iktidar, hükümet dönüp baktı mı? İnsanlarım niye böyle ölüyor? Niye ben dönüp de önlem almıyorum? Bu soruları soran oldu mu? Bir özeleştiri yapan oldu mu? Hayır. Ne yaptılar? Kamunun denetim görevini özel şirketlere, yapı denetim firmalarına verdiler. Yapı denetim firmaları zaten müteahhitlerle işbirliği halinde. Kolonu eksik olmuş, bir şey olmaz. Demir ince, onluk demir olması gerekiyor; beşlik demir olur, bir şey olmaz. Beton kalitesi uygun değil, bir şey olmaz. Böyle diye diye bu ülkenin yapı stokunu gittikçe çürüttüler ve kamunun denetim görevini tasfiye ettiler. En önemlisi bu alanda bağımsız olarak çalışan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğinin denetim görevini ve yetkilerini sınırlandırdılar. Yozlaşan, gittikçe denetimden uzaklaşan bir sistem inşa ettiler. Her birimiz aslında canlı canlı tabutlarımızın içinde yaşıyoruz ve hangi depremle ne zaman öleceğimizin kaygısıyla hayatlarımızı devam ettirmeye çalışıyoruz. Peki, bütün bunların karşısında gerçek anlamda ne yapmak gerekir sorusunu bu ülkede yüksek sesle soran bir mercii var mı? O da yok. Neden? Çünkü toplumu bastırdıkları ve denetim mekanizmalarını yok ettikleri gibi, aslında en önemli güç olan ve kamu adına soru soran, halkın bilgilenme hakkını sağlayan basını susturdular ve medya gücünü tekellerine aldılar. Çanakkale'de yangın ya da Balıkesir'de deprem olduğunda yandaş yayın kanallarının bunu bir kader, bir fıtrat, kaçınılmaz bir son gibi servis ettiğini görüyoruz. Kimse dönüp şu soruyu sorma cesareti taşımıyor: Niye bu binalar böyle? Kamu ne yapıyor? Yerel yönetim ne yapıyor? Çevre ve Şehircilik Bakanı ne yapıyor? Bayındırlık Bakanlığı ne yapıyor? Bütün bu soruları soracak tek bir merci, tek bir kurum, tek bir otorite kaldı mı bu ülkede? Hayır, kalmadı. Herkes suspus. İnsanlar sudan ucuz gerekçelerle yaşamlarını yitiriyor, ölüp gidiyor.
İktidardan ve lüksten tasarruf etmeyenler, yangınlardan ve canımızdan tasarruf ediyor
Aslında bir iklimsel kriz var ve bu iklim krizinden en çok etkilenen ülkelerden birisi bu ülke. Her yaz yangın çıkacağını biliyoruz değil mi? Bunu kıştan itibaren söylüyoruz. Peki, bu ülkede vergi veren bizler, vergilerimizin nereye harcadığı sorusunu soruyor muyuz? Toplum olarak da sormuyoruz. Türk Hava Kurumuna uçak alınması gerekirken alınmıyor. Gece görüşlü yangın söndürme helikopterleri yok. Yangınlar çıkıyor ama sabaha kadar sadece karadan müdahale ediliyor. Sabah gün ışımasıyla beraber havadan müdahale başlıyor. Çünkü gece görüşlü helikopter almak kimsenin aklına gelmiyor. İktidardan ve lüksten tasarruf etmeyenler yangından tasarruf ediyorlar, canımızdan tasarruf ediyorlar. Ormanlarımızdan, yaşamımızdan, doğamızdan tasarruf ediyorlar. Ve hiçbir şey olmamış gibi pişkin pişkin bakanlar, ilgili yetkililer çıkıp her şeyi kader, fıtrat olarak açıklıyorlar. Elimizden geleni yapıyoruz, yangına müdahale ediyoruz, şu kadarı kontrol altına alındı diye açıklama yapıyorlar. Çok açık bir kural var. Hava sıcaklığı 30 derecenin üstündeyse, nem 30'un altına düşmüşse, rüzgâr hızı 30'un üstüne çıkmışsa yangınlar kaçınılmazdır. Bunları bilmiyor musunuz? Bilimsel verileri değerlendirmiyor musunuz? Hani erken uyarı sistemleri vardı? Hani yangınlara 11 dakikada müdahale ediliyordu? Günlere yayılan yangınlarla karşı karşıyayız. Yaşam yerleri, köyler, kasabalar, kent merkezleri yanıyor. Bursa'dan tutalım bütün Ege neredeyse yandı, kavruldu.
İktidar bu can kayıplarının ve yıkımların birebir sorumlusudur; deprem, yangın deyip geçemeyiz
Hesabını veren var mı? Hayır, yok. Herkes rahat rahat koltuğunda oturuyor. Bir tane bürokrat, bir tane yetkili istifa etme ihtiyacı duymuyor. Bu kadar utanmaz bir yaklaşım olabilir mi? Niye uçak envanteri yeterli değil? Niye yangın söndürme helikopteri yok yeterli şekilde? Niye Türk Hava Kurumu güçlendirilmiyor? Bu soruların bir cevabı olmalı. Soruyoruz: Meclis kapanmadan çıkan zeytinlikleri talan etme yasası, enerji ve maden yasası ile bu çıkan yangınların bir ilgisi var mıdır? Bu yangınların sabotaj olma ihtimali sorusunu soruyoruz. Bu kadar eşzamanlı, bu kadar farklı noktada, bu kadar büyük yangın olması açıkçası bizleri düşündürüyor ve bu soruların cevabını da vermeleri gerekiyor. Evet, şans eseri yaşıyoruz. Oysa ki ülkenin bilgi birikimi de kaynakları da bu ülkenin sorunlarını gidermeye yetecek kapasitede. Ama ne yazık ki liyakatsizlik, denetimsizlik ve yandaşı semirtme ihtiyacı nedeniyle bugün toplum, doğa, yaşamlar yok ediliyor. Bütün bunlar bilerek ve isteyerek yapılıyor. Burada zorunluluktan değil bir siyasal tercihten bahsediyoruz. Evet, bu bir siyasal tercih. O nedenle rant politikalarından vazgeçmeden, denetim mekanizmalarını hayata geçirmeden, bilimsel veriler ışığında halkın can güvenliğini esas alan ve ekolojik sistemi gözeten bir afet yönetim planı devreye girmeden bizim ne yangınların ne sellerin önüne geçmemiz ne de bunlar olduktan sonra gerçekten yaşamları korumamız mümkün değil. O nedenle, iktidar bu can kayıpları ve yıkımların birebir sorumlusudur. Hiç kimse kafasını kuma gömmesin. Yangın deyip geçemeyiz.
Yanan ormanlarda canı giden kurt, kuş, börtü böcek affetmeyecek; insanlar affetmeyecek
“Depremdir, oluyor, biz ne yapalım?” diyemeyiz. Hiç kimse bunu diyemez. İktidar her binadan sorumludur. Kentsel dönüşümü rantsal dönüşüme çevirdiği için bütün bu yıkımlardan sorumludur. Yerinde dönüşümü yapmadığı için, halkı gözetmediği için, halkın yaşam hakkını savunmadığı için, doğal afetlere karşı toplumu bilinçlendirmediği için sorumludur. İktidar sorumludur ve ilgili bütün bakanların da bugün halka hesap vermesi gerekir. Çok gerilerde kaldı biliyoruz. Artık bu ülkenin tarihinde istifa etme diye bir şey kalmadı. Herkes Cumhurbaşkanından gerektiğinde affını istiyor. Ama şunu çok açık ve net söyleyelim: Bakanlar Cumhurbaşkanından affını isteyebilir ama toplum affetmeyecek, biz affetmeyeceğiz. Yaşamlarını yitirenler affetmeyecek. O yanan ormanlarda canı giden kurt, kuş, börtü böcek affetmeyecek. Bu işin bu kadar kolay olmadığının ve bu kadar kolay olmaması gerektiğinin altını çizmemiz gerekiyor.
O tumturaklı bakanlık koltuklarından inip sahaya gidin ve hakikati görün
Ve buradan bir kez daha uyarıyoruz: Artık yeter! Kafanızı kuma gömmekten vazgeçin. Liyakati ve bilimi esas alın. Dönün ülkeye bakın. Ülke yanıyor, ülke yıkılıyor. O tumturaklı bakanlık koltuklarından inin. Bir sahaya gidin, bir hakikati görün. Gidin şu anda Çanakkale'de yanan köylünün feryadını dinleyin. Bunu yapmadığınız sürece o koltuklardan gelir basın toplantılarında daha çok demeç verirsiniz. Ama bunun kimseye bir faydası olmaz. Her yer dökülüyor lime lime. Sadece yangınlar, depremler vesaire değil; bir e-devlet skandalı ile karşılaştık ve gördük ki aslında muazzam bir çürüme ve yozlaşmayla karşı karşıyız. Burada konuşacağımız meselenin sadece birkaç sahte belgeden, taklit edilen e-imzalardan, birkaç yoldan çıkmış yöneticiden ibaret olmadığını ifade etmemiz gerekiyor. Sahte diploma skandalı aslında tüm siyaseti saran zehirli sarmaşığın sadece uçlarını bize gösterdi. Evet, bütün sistem çürümüş, bütün sistem yozlaşmış. Liyakatsizlik almış başını gitmiş. Bunun sadece şu anda bir kısmını görüyoruz ve gördüğümüz kısmı da gerçekten hepimizi dehşete düşürüyor. Bu e-devlet skandalı patlak vermişken neyi öğrendik? Türkiyeli bazı öğrencilerin, yabancı ülkelerin pasaportlarını alarak Türkiye'deki fakültelere yine kayıt yaptırdıkları haberini gördük.
Sahte diploma rejimin temel karakteridir, bir istisna değildir
Şaşırıyor muyuz? Şaşırmıyoruz. Her geçen gün yeni bir skandal ve yozlaşmayla karşılaşıyoruz. Şimdi bu, hukuki ve siyasi çürümenin de ne kadar yaygın olduğunu hepimize gösteriyor. Bu çete skandallarının sistemin içinden bizzat örgütlendiğini görmemiz gerekiyor. Burada liyakati tasfiye eden, yandaşlığı ve itaati esas alan sistemin bütün bunlara yol verdiğini ifade etmemiz gerekiyor. Milyonlarca öğrenci canla başla çalışıyor, dershaneye gidiyor, özel öğretmen tutuyor, üniversiteye gidiyor, dirsek çürütüyor ve bitiriyor üniversiteyi. Daha sonra iş bulma umuduyla geziyor. Her yere CV'lerini gönderiyor. Günün sonunda üç harfli olan marketlerde ancak kasiyerlik bulabiliyor. Gidiyor inşaatlarda çalışıyor. İnşaatlardan düşerek yaşamını yitiriyor. Ama bunun sonucunda parası olan basıyor parayı, alıyor diplomayı ve geliyor en yüksek mevkiye. İsterse doktor oluyor, isterse mühendis oluyor, isterse akademisyen oluyor. Giyiyor öğretim görevlisi cübbesini ve ders veriyor. Biz de günün sonunda sahte diplomalı doktora muayene olan, sahte diplomalı mühendisin yaptığı binada oturan, sahte diplomalı mühendislerin çizdiği kentlerde yaşayan bir duruma düşüyoruz. Yani yaşam hakkımız başta olmak üzere hepimizin bütün hakları şu anda tehlike altında. O anlamıyla bunun rejimin temel karakteri olduğunun, bir istisna olmadığının, bir tercih olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Peki, sahte diploma üretip satanların, çete kuranların, gayrimeşru işler yapanların ortak noktası ne? Bu ülkede inandırıcı, caydırıcı, gerçek anlamda hukuksal bir yargı sisteminin olmamasından cüret alıyorlar. "Yanımıza kar kalır" diyorlar. "Kim bizi sorgulayacak?" diyorlar. “Arkamızda büyük büyük siyasi abiler var, dayılarımız var” diyorlar. Buna güvenerek de her geçen gün yolsuzluk üzerine yolsuzluk, çete faaliyeti üzerine çete faaliyeti yapıyorlar. Çünkü bu ülkede hukuk rafa kaldırıldı. Bu çeteciler bunu çok iyi biliyor. Bu ülkede AİHM kararları uygulanmıyor, AYM kararları uygulanmıyor. Ne diyordu bir zamanların içişleri bakanı? “Siz gereğini yapın, hukuk arkadan gelir” diyordu. İşte böyle bir sistemin içerisinde kim güç devşirecek? Tabii ki çeteler güç devşirecek, yol alacak.
Sahte diplomanın siyasi ayağı açığa çıkmadan adalet tecelli edemez
Ne oluyor? Bolu'da yangın oldu. “Sonuna kadar üzerine gideceğiz”. Yeni Doğan Çetesi skandalı patladı. “Sonuna kadar üzerine gideceğiz”. E-Devlet skandalı patladı. “Sonuna kadar üzerine gideceğiz”. Hep aynı tumturaklı laflar. Günün sonunda 1 milim yol alınmadığını ve yapanın yanına kar kaldığını görüyoruz. Giden canların bir hiç uğruna gittiğini, acılı ailelerin yastan ve adaletsizlikten mahvolduğunu görüyoruz. Ama buna karşı hiç kimse bir söz söylemiyor. Sabah akşam milli güvenlikten, devletin bekasından, milletin bekasından, güvenliğin her şey olduğundan bahseden bir hükümet var. Ama veri güvenliğimizi bile sağlayamıyorlar. Verilerimizi herkes ele geçirebiliyor. Şu anda biri e-devlet sisteminize girebilir. Sizin adınıza istediğiniz işlemleri yapabilir. Hepimiz için bu tehlikenin, bu riskin olduğunu görüyoruz. Ama bütün bunlara kulak asan yok. Bütün bunlara dönüp bakan yok. Sahte diploma çetesi bakın 2010'dan beri faaliyet yürütüyormuş. 2010'dan 2025'e tam 15 yıldır faaliyet yürüten bir çete. Eğer siyasi ayağı olmazsa; içeriden, kurumlardan, bürokratlardan, orada çalışanlardan yardım almazsa bu çetenin ayakta kalması mümkün müdür? Hayır, değildir. Onun için de şu anda 3-5 kişiyi tutuklamanın, 3-5 kişiyi yargı önüne çıkarmanın bu skandalı açığa çıkarmayacağını açık ve net ifade edelim. Bunun siyasi ayağı ortaya çıkarılmadan, bu sürecin gerçek anlamda açığa çıkması ve adaletin tecelli etmesi mümkün değildir. Hırsız içeride ise kilit işe yaramaz. Hırsız içeride bizzat sistemin içine çöreklenmiş ve sistemi içten içe çürütüyor. Çürüttükçe de toplumu da çürütmeye devam ediyor. O anlamıyla siyasi ayağın açığa çıkarılması için herkesin hızlı bir şekilde harekete geçmesi gerekiyor.
Toplumun da bu çürümüşlüğe karşı gerçekten ses çıkarması gerekiyor
Ve şunu da çok iyi biliyoruz. Bir zehirli sarmaşık, bir ahtapot gibi dört koldan bütün kurumları ele geçiren bu çete mantığının sadece buz dağının görünen yüzü olduğunu da hepimiz iyi biliyoruz. Eğer gerçek anlamda bu ülkede devletin demokratik dönüşümü gerçekleşirse, adalet tecelli ederse, hukuk üstünlüğü ve liyakatli bir sistem inşa edilirse; bugünlere dönüp baktığımızda ne kadar büyük bir yozlaşmanın ve çürümenin olduğunu, nasıl devlet kurumlarının 3-5 tane kişinin rantı ve çıkarı uğruna hiç edildiğini, ortada aslında devlet diye bir mefhumun kalmadığını, o kabuğun içinin boşaltıldığını görme şansına sahip olacağız. Burada sadece kurumlara değil topluma da büyük bir sorumluluk düşüyor. Toplumun da bu çürümüşlüğe karşı gerçekten ses çıkarması, örgütlenmesi ve hakkını savunması gerekiyor. Bugün toplum, devlete çöreklenmiş bu çeteler karşısında savunmasız bir pozisyondadır.
Onun için örgütlenerek temel hak ve özgürlüklerini koruması gerekiyor ve biz bu çağrımızı buradan bir kez daha yapmak istiyoruz.
Danıştay konjonktüre göre mi, siyasete göre mi rota çiziyor?
Son olarak iki başlığa daha kısa kısa değinip bitireceğim değerli arkadaşlar. Şimdi biliyorsunuz 2016 yılında 2013-2015 yılındaki çözüm süreci sonlandırılmış, buzdolabına kaldırılmış ve yeniden çatışmalı süreç başlamıştı. 2016 yılında çatışmalı sürecin başlamasını istemeyen 2000'e yakın Barış Akademisyeni “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bir bildiriye imza attılar. Hızlı bir şekilde bu bildiri kriminalize edildi ve 20 Temmuz 2016'da ilan edilen OHAL'den sonra 1 Eylül 2016'da ilk çıkarılan KHK ile beraber yaklaşık 400'den fazla akademisyen görevden uzaklaştırıldı. Pasaportlarına tahdit konuldu ve bütün hakları iptal edildi. O dönem bu akademisyenler yargıya gitti. Ama hızlı bir şekilde OHAL Komisyonu ihdas edildi ve bütün yargılamalar OHAL Komisyonuna önce gönderildi. OHAL Komisyonu tam 5 yıl boyunca insanların dosyalarını gözetmedi. Her seferinde Meclis’e getirip süreyi uzattılar ve 5 yılın sonunda sonlanan dosyalar oldu. Bunların sonucunda İdare Mahkemesine gittiler ve İdare Mahkemesi de bu 5 yılın sonucunda bazı akademisyenleri görevlerine iade etti. Sonuç ne oldu? Sonra tekrar bu üniversiteler istinafa başvurdular ve şimdi geri dönüşleri engellemeye çalışıyorlar. Düşünebiliyor musunuz? Bir yargı haksız yere üniversiteden uzaklaştırılan akademisyene karşı aynı üniversite "Hayır, görevine dönmesin" diye istinafa başvuru yaptı ve bunun sonucunda birçoğu hala görevlerine dönebilmiş değil. Şimdi bütün bunları üst üste koyduğumuz zaman ne kadar büyük bir garabetle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Özellikle bir karara dikkatinizi çekmek istiyorum. Danıştay 11 Temmuz günü, yani tam da silahların imha edildiği gün bir karara imza attı. Barış Akademisyenleri için olumlu bir karara imza attı. Dedi ki: "İhraç hukuksuz, göreve dönmeleri gerekir ve bildiri olumsuz sonuç doğurmuyor. Çatışmaların sona erdirilmesi talebi baskın bir bildiridir”. Biz bunu çok olumlu bir gelişme olarak gördük ve dedik ki: "Evet, nihayet hakkaniyetli, hukuka uygun bir karar verildi." Ama ardından tekrar Danıştay bir karar aldı ve ihraçların hukuka uygun olduğunu söyledi. Sonra tekrar bir karar aldı ve ihraçlar hukuka uygun değil dedi. Gerçekten aklımızla dalga geçiyor dediğimiz mesele bu. Şimdi soruyoruz: Danıştay konjonktüre göre mi, siyasete göre mi rota çiziyor? Birileri Danıştay'a talimat mı veriyor? İlk kararı beğenmeyenler ikinci bir karar aldırıp Danıştay'ın kararını mı değiştiriyor? İkinci kararı beğenmeyen daha büyük bir güç arayıp tekrar kararını mı değiştiriyor? Bu soruları sormamız gerekiyor. Bunun ucunda ne var? Gerçek anlamda 400 Barış Akademisyeninin bilimsel üretim yapmalarının engellenmesi, akademik kariyerlerinin hiç edilmesi ve üniversitelerinden, öğrencilerinden uzaklaştırılması gibi bir sonuç var. Ama bütün bunlara da aldıran olmadığını görüyoruz.
Ortadoğu’da savaş varken Türkiye’nin diyalog ve müzakereyi esas alması çok kıymetli
Evet, şimdi son gündem. Bugün biliyorsunuz komisyonun üçüncü toplantısı var. DEM Parti olarak bu komisyonun kurulmuş ve yola çıkmış olmasından memnuniyet duyduğumuzu tekrar ifade etmek istiyoruz. Kürt sorununun demokratik ve barışçı çözümüne yönelik her samimi girişim ve adım Türkiye'nin demokrasi yolunda ilerlemesine önemli katkılar sunacaktır. Biz de bu sürecin yapıcı bir şekilde ilerlemesi için üzerimize düşen bütün sorumluluğu canla başla ortaya koymaya hazırız. Bunu yapmaya çalışıyoruz. Komisyon Kürt sorununun siyasal zeminde tartışılmasına bir olanak sağladı ve bu olanak nedeniyle de önemli bir görevi ve işlevi var. Hemen hemen bütün siyasi partilerin bu komisyonda yer alması çok önemli. Bir siyasi mutabakatla kurulması bizim açımızdan çok önemli. Bu da gerçekten sürecin olumluya evrilmesi açısından umudumuzu büyüten bir gelişme. Ortadoğu'da bu kadar çok savaş ve çatışma varken, bütün bunların Türkiye'ye etki etme potansiyeli yüksekken, her geçen gün krizler derinleşirken; Türkiye'nin kendi sorununu gerçek anlamda barışçıl ve demokratik bir zeminde çözmeye çalışmasının, diyalog ve müzakereyi esas almasının çok kıymetli olduğunun altını çizmek isteriz. Meselenin tartışılması ve konuşulması için siyasi partilerin gösterdiği katkının da en az konuşulması kadar önemli olduğunu ifade etmemiz gerekiyor.
Sürece demokratik katılım mekanizmalarının genişlemesi sürecin toplumsallaşması açısından da hayati önemde
Tabii komisyon çalışmalarının en önemli ayaklarından birisi de sürecin toplumsallaşması, barışın toplumsallaşmasıdır. Bunun için de komisyonun bugünkü gündeminin de isabetli bir gündem olduğunu düşünüyoruz. Yani akademisyenlerin, baroların, ilgili bütün kurumların, hak örgütlerinin; Kürt sorununun demokratik çözümüne dair sözü, fikri, çözüm önerisi olan herkesin dinlenilmesi, sürece demokratik katılım mekanizmalarının genişlemesi ve sürecin toplumsallaşması açısından da hayati önemde. Biz bunun çok önemli bir gelişme olduğunu ifade etmek isteriz. O anlamıyla başta Meclis çatısı altında olmak üzere, başka zeminlerde de sürecin toplumsallaşması için herkesin elinden gelen çabayı sarf etmesi gerektiğini söylememiz gerekiyor. Fakat burada ayırt edici bir noktanın da altını çizmemiz gerekiyor. Bu saatten sonra artık tespit yerine çözümü, acıları yarıştırma yerine ortak geleceği inşa etmeyi gündemleştirmeli ve buna odaklanmalıyız diye de düşünüyoruz. Tabii ki komisyon kendi yol haritasını oluşturacak ve pratik bir süreci de önüne koyacak. Bugün muhtemelen Ekim ayına kadar olan takvimi de birlikte tartışıp konuşma imkanı bulacağız diye düşünüyoruz.
Komisyon sürecin hukuksal teminatını sağlamalıdır
Ama komisyona dair kendi görüşümüzü de ifade etmek isteriz. En önemlisi de bu komisyon sürecin hukuksal teminatını ve süreci yürütenlerin hukuksal güvencesini sağlamalıdır. Sürecin taraflarının demokratik siyasete ve toplumsal yaşama katılım kanallarının açılması ve en nihayetinde barışın kendisinin hukuksal güvenceye kavuşması için çaba içerisinde olmalıdır. Çatışmalı dönemin antidemokratik bütün yasal mevzuatlarının barış dönemine uygun bir demokratik niteliğe kavuşturulması için demokratik çözüm ve demokratik dönüşüm çalışmalarının başlatılması çok önemli bir ihtiyaçtır. Sorunun siyasal nedenlerinin kapsamlı bir şekilde ele alınarak demokratik çözüm adımlarının sacayağı olarak belirlenmesi gerekiyor. Barışın önce dilde başlayacağı gerçeğinden hareketle barış ve çözüm dilinin her yere sirayet etmesi, her alanda gelişmesi için de teşvik edici bir rolü olması gerektiğini düşünüyoruz. Kürt sorununa yönelik çözüm politikaları geliştirilirken atılacak adımların, aynı zamanda Kürt sorunundan kaynaklanan bütün demokrasi sorunlarının çözümünün yolunu da açacağı perspektifiyle yaklaşılması gerekiyor.
Barışı ve demokrasiyi her gün daha da büyütecek bir yaklaşıma ve dile hepimizin ihtiyacı var
Çok söyledik, bir kez daha söyleyelim: Türkiye demokratikleşmeden Kürt sorunu çözülemez, Kürt sorunu çözülmeden Türkiye demokratikleşemez. O anlamıyla, Kürt sorununun çözümünü demokrasi meselesinden ayrı şekilde ele almayı asla doğru bulmadık. Böyle bir yaklaşımın karşılık bulmayacağını da ifade etmemiz gerekiyor. Tüm bu adımlar özelde komisyonun, genelde ise siyasetin, yönetimin, parlamentonun ve demokratik kamuoyunun ortak sorumluluğudur. Hepimizin bu ortak sorumluluğun gereğini yapacağına olan inancımızı da yenilemek istiyorum. Geldiğimiz nokta itibarıyla dünden, önceki günden ve geçen aylardan daha ileri bir noktadayız. Yarınlarda da bugünlerden daha ileri bir aşamayı yakalayacağımıza inanıyoruz. Durmayacağız, çalışacağız; barış için, Kürt sorununun demokratik çözümü için gerçek anlamda hep beraber mücadele edeceğiz. Şunu iyi biliyoruz ki demokratik çözüm mümkün ve bu çözümü yapacak feraset bu ülkede var. Siyasi kararlılık olduktan sonra bunun toplumsal mutabakatının da her geçen gün geliştiğini ve derinleştiğini hepimiz görebiliyoruz. Onun için barışı ve demokrasiyi her gün daha da büyütecek, daha da geliştirecek bir yaklaşıma ve dile hepimizin ihtiyacı olduğunun altını çizerek sözlerime son vermek istiyorum. Hepinize teşekkür ediyoruz