Perihan ÇAKIROĞLU

Perihan ÇAKIROĞLU

Mail: perihancakiroglu@gmail.com

Sentez mi ayrışma mı?

Geniş ve yoğun gündemli çok tartışmalı günler yaşıyoruz.

Diyeceksiniz ki, hangi günümüz sakin geçiyor ki..?

Sistemleri iyi oturmamış ülkelerde genellikle böyle oluyor.

Peki, “Aslında neler oluyor?” Olan bitenleri tam anlıyor muyuz?

Anlamak bir yana işler iyice karışıyor. Dengeler bozuluyor.

Covid -19 sürecinde de bu yaşadıklarımız kimi zaman büyük yük gibi geliyor.

Çünkü başta işsizlik, aşırı pahalılık ortalama hane halkını bunaltıyor. Sınırlı geliri olanlar, evlerine 1 lira daha fazla getirebilmek için virüsü yok sayarak çok uzun saatlerde çalışıyor.

Yatırımcı, yeni girişimlerini ertelemek zorunda kalıyor. İhracatçı, sürecin moda trendi maske, temizlik malzemeleri üzerine yoğunlaşıyor. Çünkü başka alanlarda ihracat yapma olasılığı az.

Turizmci, bu yazı az turistle ve yetmeyen kazançlarla geçirmeye çalışıyor.

Bu örnekleri her alanda görebiliyoruz.

Corona virüsü, dünyayı terk etmemek için direniyor. Yani bu yılı kaybettik, 2021’de Allah kerim diyemiyoruz. Dünyada vaka sayıları 16 milyonu çoktan geçti. “Virüsü yendik” diyen ülkelerde yeniden vaka ve ölüm sayıları yükseliyor. Bizde de gelecek günleri endişe içinde ve korku içinde bekleme durumu var. Kurban Bayramı geliyor diye sevinemiyoruz bile..

Ne var ki, belki de hiç acelesi olmayan konularda her zamanki gibi telaş ve gündem ortaya çıkarmada üstümüze yok.

Ayasofya fırsatı

uzlaşma yaratmadı

Ayasofya’nın müzeden camiye dönüştürülmesi ve özel protokolle açılmasında 86 yıllık ibadet özlemlerinin bolca giderildiğini gördük.

Bu durum da hala devam ediyor. Niye bu kadar acele ettik?

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle ilk günün konukları 350 bin kişiyi önlemler alınsa da virüsü yok sayarak niye topladık, birkaç ay sonra bu işi yapsaydık olmaz mıydı?

Ayasofya zaten bizimdi, yeniden fethetmeye kalkmanın aceleciliğini niye yaşadık? Bunların cevabı yok.

Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla ülkemizde toplumsal uzlaşmanın daha sıkı bir şekilde gözle görülebilir birlik ve dirlik atmosferi getireceği beklenirken,  rejimin yeniden ayrışma anlamında titretildiğini gördük. Eski hassas kutuplaşmalar yeniden gün yüzüne çıktı.

Bunun nedenini Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a bağlayanlar çoğunlukta. Sol elinde “barış” ı simgeleyen kılıçla Erbaş’ın sarf ettiği hutbeden sonraki sözleri, Atatürk’e lanet okuduğu şeklinde değerlendirilince kıyamet koptu.

Hele de muhafazakâr bir dergide yer alan hilafetin gelmesi yönündeki görüşler de bardağı taşırdı. Ayasofya, bizi senteze götürecekken “turnusol kağıdı” rolü oynadı ve insanları ayrı cephelere savurdu.

Yetmedi, bir derginin hilafetle ilgili kapağı, “Neler oluyor yahu?” durumuna getirdi. 

AK Parti’nin sözcüsü Ömer Çelik, yaşanan tüm gelişmelere karşı laikliğe vurgu yapan açıklamalarıyla durumu sakinleştirmek istedi. Onun sözleri yeterli mi, şimdilik tansiyonu düşürse de ayrışmayı önler mi bilemiyoruz.

Atatürk’ün Ayasofya kartı

Muhafazakâr kesimin yanlış bir algısını da ele alalım. Bu kesim,  Atatürk’ün 24 Kasım 1934 tarihinde birdenbire aklına gelmiş de Ayasofya’yı camiden çıkarıp müzeye çevirmiş gibi düşünüyor ve onun din düşmanlığı yaptığına yönelik görüşler sergiliyor.

Hâlbuki 1936’da Ayasofya, tapuya sözü edilen vakfiyeye ait cami olarak kaydediliyor.  Bu, çok çok önemli...

Bu gerçeği anlatırken, bazı gerçeklerin üzeri örtülüyor ve eksik tarih bilgisinden kaynaklanıyor.  Atatürk, çoklu iç ve dış politika stratejileri yaparken duygusallığa izin vermedi. Türkiye’nin çıkarlarını korumak ve kuruluş yıllarını rahat atlatmak için kimi zaman çevre ülkelerle ilginç işbirlikleri yaptı.

Mesela, milli mücadele yıllarında Bolşevik Rusya’dan destek sağlayabilmek için 1920 Mayıs ayında Yeşil Ordu Cemiyeti adı altında örgütlenen oluşuma göz yumdu. Bilindiği gibi aslında Yeşil Ordu Cemiyeti’ni, vatanseverliğinden şüphe edilmeyecek Adnan Adıvar ve Yunus Nadi gibi isimlerle kontrol altında tutturmuştu.

Nitekim günü geldiğinde de bu oluşum kontrolden çıkar gibi olunca bizzat Atatürk tarafından kapatıldı.

Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesinin arkasında da çok önemli bir strateji bulunuyor. İstanbul’u işgal eden ve Türkiye’nin bölünmesini isteyen Batı ülkelerine karşı kazandığı Kurtuluş Savaşı’nın rahatlığı ile 1930’lara gelince Atatürk, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini yürürlüğe koydu. Ne de olsa uygarlık batıdaydı ve dış politikada bundan yararlanmak lazımdı. Yine o süreçlerde Montrö Boğazlar Sözleşmesi tartışılıyordu.

İşte bu noktada “Ayasofya kartı” nı ortaya çıkardı. 1934’de uluslararası çok ihtişamlı üç imparatorluğa ev sahipliği yapmış Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi kararını verdi. İki sene sonra da müze olan Ayasofya’nın şartlar elverdiğinde yeniden camiye dönüştürülebilmesi için Tapu’ya cami olarak kaydettirdi. Yani kapıyı açık bıraktı. Belki yaşasaydı, bu uygulamayı çok önceden de yapardı ama ömrü vefa etmedi.

Sosyal medyaya fren

Covid -19 sürecini bir nevi yapmak istediği icraatlar için fırsat olarak değerlendiren iktidar, epeydir çıkarmak istediği ve kamuoyunda adına “Sosyal Medya Kanunu” olarak bilinen yasayı da TBMM Genel Kurulu’nda kavgayla gürültüyle çıkardı. Muhalefet “Şerh” koydu.

Şimdi yeni ayrışma konumuz da bu oldu.

Yasa, sansür mü getiriyor kontrol mü?  Çok konuşulacak, çok sıkı tartışmalar yürütülecek. Bence, Almanya modelinden alındığı iddia edilen bu yasa, gerekli düzenlemeler doğru ve yerinde uygulamalarla desteklenmezse düşünce özgürlüğü konusunda fayda yerine zararlar da getirebilir.

Sanatçı Seda Sayan yasaya ilk desteği verip Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı memnun eden isim oldu ve şöyle dedi: “Sosyal Medya Yasası hayırlı olsun. Fake (sahte) hesaplarla milletin anasına avradına sövmek artık bitti. Emeği geçenlerden Allah razı olsun” ..

Acaba sadece öyle mi? diyecek olursak öyle değil. Üstelik kendilerine “sanatçı” tanımı yapılan kimselerin en çok fake hesap kullandıkları da biliniyor.

Kanunla Türkiye’den günlük erişimi 1 milyondan fazla olan yurt dışı kaynaklı sosyal ağ sağlayıcı en az bir kişiyi Türkiye’de temsilci olarak belirleyecek. Bunu yapmayanlara kademeli olarak büyük cezalar getirilecek. Uygulamalarda bant daraltılması gibi yaptırımlar olacak.

Yine kamuda çalışanlara “WhatsApp” yasağı geldi, onun yerine yerli programların izlenmesi koşulu konuldu.

Bunlar ilk yansımalar. Sanıyorum ki, gelecek günlerde bu konu çok daha hararetle tartışılacak.

Bu arada üzücü olan nokta ise CHP’nin Kurultayı’nın Ayasofya tartışmalarının gölgede kalmasıydı. 6’ıncı kez Genel Başkan seçilen Kemal Kılıçdaroğlu’nun TC’nin ikinci yüzyıla başlarken yayımladığı 13 maddelik çağrısı ve manifestosu da yeterince ele alınmadı.